Akıllı telefonumu “Dialogo”ya dayadım ve dehşet hikayelerini okumaya başladım. Elim boynuma, “Açık Yürek”ime gitti. Nerdeyim? Neler oluyor? Ben niye böyle sakinim?
3.5 senedir havalimanları evim sayılır. Senede yaklaşık 50 kere uçağa biniyorum, birçoğu İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan. Önceki gece, orada vuku bulan son “Son Haber”i aldıktan yarım saat kadar sonra, telefonumu uçak moduna getirerek yattım.
*
Sene 2003. İstanbul Balmumcu’da, evimdeydim; orası evimdi o zaman. Sabah saatleriydi, bilen bilir, bizim ora pek keyiflidir sabahları, güneş boğazın üstünde parlar yumuşacık, papağanlar uçuşur yemyeşil vadinin ve bahçenin üstünde. Taksim tarafından büyük bir sarsıntı geldi. Şaşırdık, anlamadık, sonra çok daha yakından, bizi de sarsan bir patlama. 30 yıllık büromuzun 100 metre berisinde. Taksim İngiliz Konsolosluğu ve Levent HSBC saldırıları.
Evime, yuvama kastedilmişti. “Beni merak etme, güvendeyim,” diyen bir sevdiğime gözyaşları içinde, “Güvende değilsin, hiçkimse hiçbir yerde güvende değil!” diye haykırdığımı hatırlıyorum. Ama birkaç saat sonra yollara dökülerek, otobüslerle ve çeşitli vasıtalarla o akşamki programıma devam etmeye teşebbüs ettim, inatla ve ısrarla. Terörün beni terörize etmesini reddederek, reddetmek için.
*
Şimdi, Parisler Brükseller Sultanahmetler Ankaralar ve Orlandolar geçti aradan ve bir kez daha evime, yuvama kastedildi. Üç kişi -ya da dört- kendilerini parçalara ayırdılar. Onlarca insan hayatını kaybetti; yüzlerce insan hastanelerde. Milyonların ise ruhu yaralı. Yaralandım evet, sarsıldım bir kez daha ama gözlerimde yaşlar yok ve dehşet içinde ekranlara yapışmıyorum. Aklıma düşen düşünce: Yapacak bir şey yok! Tesadüf, bu sefer de piyango bana, yakınlarıma vurmadı…
Düşünüyorum, bu 3-4 kişi benim gibi, bir anneden dünyaya geldi. Rakel Dink’in dediği gibi, birer bebekken bu canavarlar haline geldiler. Ben alelade bir örümceği, bir karasineği incitmeden tutup doğasına bırakmaya çalışırken, onlar tutup dünyanın en değerli varlığını, “kendi”lerini parçalara ayırdılar. Tanımadıkları, bilmedikleri insanları -belki bebek, belki dindar Müslüman, belki onlar için yerleri temizleyen hademe, belki onlara evladım diyen bir teyze- öldürdüler.
Önceki gün, ben güzelim Simi adasının inanılmaz sularına dalarken onlar ölüm planlıyorlardı. İşte burada iyice afallıyorum… Ben aşkla gözlerim parlayarak sanata gark olmuşken, bronz heykeller arasından seçmeye çalışırken onlar dünyanın tüm güzelliklerine veda ediyorlardı. İstanbul doğumlu Yunanlı kardeşimiz Yanni’nin “Dialogo” heykelinde karar kıldım ben, onlar önce hangisinin kendini parçalara ayıracağını kararlaştırırken; boynumda Elsa Peretti’nin “Açık Yürek” tasarımıyla, dünyanın açık bir yürekle tadı çıkartılacak ne kadar çok şeyi olduğunu düşünerek ve şükrederek, çok, çok şükrederek. Onlar ne güzellikleri görüyorlardı, ne şükrediyorlardı. Yürekleri kararmış, kapanmıştı. Aslında hepimiz aynı dünyada yaşıyorduk!
Vadideki tilkimiz bağırıyor gecenin ortasına. Tilkiler üstüne basılmış bebek gibi bağırırlar: Pooowww! Poowww! Ve saygıdeğer Henry David Thoreau’nun dediği gibi, Doğanın bağrında yaşayan ve duyuları yerinde olan bir insan için kara bir melankoli olamaz.** Tam kendi kendime, şu anda yazımı yazmamı engelleyen alerjimden, beni bezdiren burun akıntımdan yakınacakken şu anda nelerle uğraştıkları aklıma geliyor bir sürü talihsiz insanın. Sadece Atatürk Havalimanı saldırısının kurbanları değil, tüm dünyada, ne haksızlıklar, ne adaletsizlikler: ki hepimiz parçasıyız! Küresel düzenin, vahşi kapitalizmin, olanlarla olmayanların, cehaletin ve yoksulluğun vazgeçilmez yapı taşlarıyız. Şu boynumdaki açık yüreğimi satın alabilmemle, şu diyaloğun satıldığı yere gidebilmemle oyunun piyonlarındanım ben de. Ne tuhaf, bunca daha iyi bir dünya isteyip bunca sıkı sıkıya mevcut sisteme çakılı olmak…
*
Şu kadar sene geçti, medeniyet denilen şey, “modern dünyamız”, hiç sektirmeden, hiç ezber bozmadan günbegün çirkinleşti. Tehlike -her yönden- günbegün arttı. Hiçbir yerde hiçbir zaman güvende olmadığımız günbegün daha pekişti. Hayatlarımız her an tehlikede! Oysaki benim dünyam hep aynı, hep güvenli burada doğanın bağrında: 13 senede hayvanlar daha tehlikeli hale gelmedi…
Tam o tarihlerdeydi hayatımı burada kurmaya karar verdiğim. En sık karşılaştığım soru şu oldu: “Aaa, yılandan akrepten korkmuyor musun?!?” Hala aklım ermez bu soruya. İnsan bir hayvandan korkarak nasıl hayatını şekillendirebilir?.. Biz burda kardeş kardeş yaşayıp gideriz oysa. Ağaçtaki Osmanlı engereği, vadide bağıran tilkiler, çatının sıçanları, dev tırnaklarıyla porsuklar. Mutfaktaki koca kabın içine düşmüş debelenen böceği dışarı atıyorum bu arada, kapının önündeki kurbağaya basmamaya çalışarak. Bir süleymancık kaçıyor benden. Hepsi benim hayvanlarım, hepsi benim denklerim. Hiçbirine üstün değilim, bunu biliyorum. Ama sonra insanlarla karşılaşıyorum ve doğa bilinci yerle bir oluyor: üsttekiler, alttakiler, cahiller, bilginler, varsıllar, yoksullar.
*
Bir arkadaşıma, artık ülkemin “breaking news” olmasını istemiyorum dedim – sonra fark ettim ki benim ülkem veya başkasının ülkesi, çok da fark etmiyor aslında… “Breaking news” olmasın istiyorum artık hayatımızda! Dünyamızın üstünde aslında kara bulutlar, ülkemizin değil, biz tesadüfen coğrafi olarak ortasındayız ama Brüksel ya da Paris ya da Orlando fark etmiyor, insan olan her yerde bizim de kanımız akıyor.
Dialogo -mermer kaidenin üstünde Yunanlı heykeltraş Yanni Souvatzoglou’nun bronzdan ince uzun iki insan heykeli, birbirinin yanında / arkasında- masamın üstünde duruyor, Open Heart boynumda. İkisi de benim için içeriğiyle çok şey ifade ediyor. Olaylara seyirci kalmayı öğrendim ben geçen 13 senede. Olacak olanın ne olursa olsun olacağını. Her olanın ‘doğru’ olduğunu. Ben elimden geleni yapıyor muyum? Oyumu doğru bulduğum yere verip, tepkimi elimdeki olanaklarla gösterip, enerjimi (zaman, emek, para) dünyayı daha iyi bir yer yapma yolunda kullanıyor muyum? O zaman vazife tamamdır…
Daha doğrusu, vazifem Cem Şen’in harika ifadesiyle, “bireysel ışığımı korumak”tır ve ben o vazifemin peşindeyim. Yani dünyayı kurtarmak değil, elimden geleni yapmak:
“(…) Toplumsal kurtuluş yalnızca bir hayal. Bireysel olarak ışığımızı korumamız gerekiyor. Duyabilenler: varolanı net değerlendirin ama sakın ışığınızı yitirmeyin. Olanı doğru değerlendirmek karamsarlık olmadığı gibi, iyi olanı korumak ve umut da hayalperestlik değildir. Olanı tüm yalınlığı ile görün ve anlayın ama iyi bir kalbi ve umudu koruyun…”
Hepimiz için daha ışıklı, daha aydınlık günlere ancak iyi bir kalbi, umudu, kendi içimizdeki ışığı koruyarak çıkacağız. Açık yürekle ve diyalogla.
Candan Turhan
Haz. 2016